Yeni Nesil Antibiyotiklerin Sırrı Kurbağalarda Mı Gizli?

Eskiden Rusya’nın kırsal kesimlerinde yaşayanlar, kendi ineklerinden sağdıkları sütün bozulmaması için kurbağaları kullanırmış. Süt sağılan kovaların içine bir kurbağa atılır, kurbağaların salgıladıkları antibakteriyel maddeler sütün bozulmasını engellermiş.

Günümüzde artık böylesine ilkel yöntemlere başvurmak zorunda değiliz. Ancak bakteri öldürücü özelliklere sahip kurbağalar, yeni nesil antibiyotiklerin üretilmesinde kilit rol oynayabilir.

Kurbağaların bu ilginç özelliğini daha iyi anlamak için 25 yıl öncesine gitmek ve o zaman yapılan sürpriz keşfi anlamak önemli. Afrika’ya has boynuzlu kurbağaların yumurtaları, hücrelerin iç yapısını inceleyen uzmanlar tarafından oldukça sık kullanılır. 1980′lerin sonunda Doktor Michael Zasloff, Ulusal Sağlık Enstitüleri NIH’te yaptığı araştırma için bu kurbağaların yumurtalarını ameliyatla çıkardıktan ve ameliyat olan kurbağaları akvaryumlarına geri yerleştirdikten sonra ilginç bir gelişmeye tanık olmuş. Kurbağalar, antibiyotik almadan, herhangibir enfeksiyon ya da enflamasyon belirtisi göstermeden mucizevi şekilde iyileşmiş. Doktor Zasloff ve ekibi, Afrika boynuzlu kurbağalarının derisinin çok özel bir anti mikrobik bileşik ürettiğini keşfetmiş.

Uzmanlar daha sonra başka tür kurbağaların da güçlü antibiyotik kokteylleri ürettiğini ortaya çıkarmış. Doktor Zasloff, her kurbağanın kendine özel antibiyotik kokteylini ürettiğini, çevresel etkilerle başa çıkabilmek ve hayatta kalabilmek için her kurbağanın savunma sisteminin kendine özel mücadele verdiğini söylüyor. Kurbağaların derilerindeki mikroplarla mücadele, ölüm ve hayat arasındaki çizgi aslında. Bunun nedeni, kurbağaların derilerinden nefes alması ve sıvı ihtiyacını derilerinden karşılaması. Kurbağaların yaşamlarını mikrop kaynayan sularda geçirdiğini de unutmamak gerekir.

Moskova Üniversitesi’nden Doktor Albert Lebedev, kurbağaların derilerinin sadece mikrop değil, aynı zamanda virüs, mantar ve tümör önleyiciler ve ağrı kesiciler de ürettiğini belirtiyor.

Kurbağaların derilerinin ürettiği bu maddeler, işlevlerini, peptit olarak bilinen kimyasallara borçlu. Doktor Lebedev, sütün bozulmasını engelleyen kurbağaların 80′den fazla peptit ürettiğini söylüyor. Peptitler ciddi deri enfeksiyonlarına neden olan Stafilokok bakterisini ve gıda zehirlenmesine neden olan Salmonella’yı öldürüyor.

Kurbağaların ürettiği kimyasal bileşikler, çok düşük konsatrasyonlarda işlevini yerine getiriyor. Bu da ideal bir durum çünkü çok güçlü antibiyotikler de işlevlerini çok düşük konsantrasyonlarda gerçekleştiriyor.

Kurbağalardan elde edilen antibiyotiklerin eczane raflarında yerini alması için önümüzde daha uzun yıllar var. Ancak şu anda Georgetown Üniversitesi’nde görev yapan Doktor Michael Zasloff, boynuzlu Afrika kurbağalarından alınan peptitleri kullanarak şeker hastalarının ayaklarında meydana gelen enfeksiyonları tedavi edecek bir ilaç üzerinde çalışıyor.

Büyük Kanyon’a Sanal Yolculuk

 

Amerika’nın Arizona eyaletindeki Grand Canyon yani Büyük Kanyon dünyanın yedi doğa harikasından biri. 446 kilometre uzunluğunda, kimi noktalarında 29 kilometre genişliğindeki kanyonun derinliği de bin 800 metreyi buluyor. Dünyanın en büyüleyici, en nefes kesici güzellikteki doğal harikalarından biri olan Büyük Kanyon, yılda 5 milyon turist çekiyor. Hatta ben de biri Mart, diğeri Aralık aylarında, o bölge için oldukça çetin hava şartlarına sahip olan zamanlarda olmak üzere iki kere gitmeyi başardım.

Ancak en büyük sorun, Büyük Kanyon’a ulaşım. Çünkü uzak. En yakın kent olan Las Vegas’tan bile en az iki saat sürüyor, ki kanyona ulaşmak için teptiğiniz yollar engebeli köy yolları. Kanyonun Las Vegas’tan ulaşılan batı kenarı dışında kuzey ve güney  kenarlarına ulaşım daha da çetrefilli. Yollar zaten kışın ve ilkbaharın başında kar nedeniyle kapalı. Yazınsa çöl bölgesi olmasından ötürü hava aşırı derecede sıcak.

İşte bu zorlu şartları düşünen ve ‘bu karda kışta ya da çöl sıcağında onca yolu tepmenize gerek kalmasın’ diyen Google, Büyük Kanyon’u artık evinize getiriyor. İnternet bağlantısı olan herkes artık Büyük Kanyon’u sanal olarak turlayabilir.

Nasıl mı? Google’ın sırt çantası gibi taşınan, 360 derecelik panoramik fotoğraflar çekebilen Trekker adlı kamera sistemi sayesinde. 18 kilogram ağırlığında, 15 lenslik kameraların bulunduğu Trekker sistemini kullanan Google elemanlarının çektiği 9 bin 500 fotoğraf, Büyük Kanyon’un tüm ihtişamını gözler önüne seriyor.

Fotoğraflanan yürüyüş yollarının uzunluğu 120 kilometre. Google’ın görüntülediği, kanyonun en çok bilinen, en popüler nokta ve yürüyüş yolları arasında Bright Angel Trail, South Kaibab Trail, Phantom Ranch, South Rim Trail ve Meteor Krateri var.

 

Hani bir gün onca yolu yapıp Arizona’ya gelip de ‘dünya gözüyle bir de Büyük Kanyon’u göreyim’ derseniz bunlar, ziyaretçilerin en çok sevdiği, en nefes kesen görüntülerin olduğu patikalar.

Google’ın Büyük Kanyon gezintisine çıkmak için tek yapmanız gereken, Google Maps’te Street View’a girmek. Şimdiden iyi yolculuklar :)

 

(Dünyanın diğer altı doğal harikası nedir diye merak edenlere: Nepal’deki Everest Tepesi, Zambiya-Zimbabwe sınırındaki Victoria Şelaleleri, Avustralya’daki Büyük Mercan Resifi, Meksika’daki Paricutin Yanardağı, Kuzey Işıkları ve Brezilya’daki Rio de Janeiro Limanı)

Viva Las Vegas: Elektronik Dünyasından Manzaralar

‘Sin City’ yani ‘Günah Kenti’ Las Vegas’ın adı dört gün boyunca kumar, fuhuş, eğlence ve alışverişle değil son teknoloji ürünü elektronik eşyalarla anıldı.

İlk kez 1967 yılında düzenlenen ve kısaca CES olarak bilinen Consumer Electronics Show yani Tüketici Elektroniği Fuarı, Kuzey Amerika’nın en büyük, en çok ses getiren, en şaşaalı; dünyanınsa sayılı elektronik fuarılarından. Her şeyin en büyüğünün, en süslüsünün, en şaşırtıcısının olduğu Las Vegas’ta her yıl düzenlenen bu elektronik fuarının başka türlü olması elbette ki düşünülemez!

Fuar dört gün sürdü ancak dört gün boyunca sabahtan akşama kadar gezseniz bile 26 mil uzunluğundaki sergi alanını, 20 bin yeni elektronik ürünü bu kadar kısa süre içinde hakkıyla görmeniz pek de mümkün değil aslında. Ancak herkesin dikkatini ve ilgisini çeken, ‘ah keşke benim de olsa’ dedirten bazı ürünler vardı ki işte bunlar teknolojinin nereye gittiğini de en iyi gösteren örneklerdi.

 

Bunların başında televizyonlar geliyor. Televizyonlar artık çok daha büyük, çok daha net. Las Vegas’ta görücüye çıkan bazı televizyonlarda OLED teknolojisi kullanılmış. OLED’in açılımı nedir diye merak edenlere: Organic Light Emitting Diodes. OLED televizyonlar, geleneksel LED teknolojisine göre çok daha ince, hafif ve daha canlı renkler sunuyor.

Fuarda Ultra High Definition, yani yüksek çözünürlüklü ama çözünürlüğü yüksek çözünürlükten çok daha yüksek olan televizyonlar da tanıtıldı. Bu televizyonlar 4K teknolojisini kullanıyor, yani çözünürlükleri, geleneksel 1080p yüksek çözünürlüklü televizyonlardan dört kat daha fazla. Yani uzun lafın kısası, bu televizyonlar zaten günümüzde son derece net olan televizyonlardan daha da net. Fuarda Sharp firması 8K UHD televizyonunu tanıtırken standart yüksek çözünürlüklü televizyonlardan 16 kat daha yüksek çözünülüğe sahip ilk televizyonu teknoloji tutkunlarının beğenisine sundu.

Fuarda ilgi çeken bir başka televizyon ise elektronik şirketi TCL’in akıllı televizyonuydu. Bu akıllı televizyon ses tanımlama sensörlerini kullanarak televizyonu kimin izlediğini anlıyor ve izleyen kişiye göre kanal ya da program sunuyor.

Televizyonların boyutlarının büyüdüğü de elbette ki gözlerden kaçmadı. Samsung ve HiSense firmaları, 110 inçlik televizyonlarıyla fuarda göz doldurdu. Tablet bilgisayarların da giderek daha da büyüdüğünü gözlemlemek mümkün.

Fuarda sergilenen ürünler arasında  audio ve video sistemleri, otomobiller, PCler, akıllı telefonlar ve sağlıklı yaşam aygıtları da vardı. Örneğin Hapi Labs firmasının ürettiği akıllı çatal Hapi Fork, fazla yediğinizde size artık kendinize hakim olmanız gerektiğini hatırlatıyor :)

Teknoloji tutkunları Las Vegas’ta bu yıl sunulan ‘oyuncaklarla’ bir yıl boyunca oyalanadursun, bakalım teknoloji dünyasının devleri gelecek yıl Ocak ayında ne gibi ilginçlikler sunacak…

 

2012′nin Bilim ve Teknolojiye Katkıları

Science dergisinin 2012 yılında bilim ve teknolojiye yapılan en önemli katkıları sıraladığı yıllık ‘Yılın Bilim Olayları’ sayısı yayınlandı. Dergiye göre yılın bir numaralı bilim ve teknoloji olayı, Tanrı Parçacığı olarak da adlandırılan atomaltı Higgs Bozonu’nun keşfi. Bilimin uzun zamandır peşinde koştuğu parçacığın evrendeki tüm maddelere kütlelerini verdiği düşünülüyor. Keşif, İsviçre’nin Cenevre kenti yakınlarındaki CERN fizik laboratuarında bulunan beş buçuk milyar dolarlık Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda yapıldı. Uzmanlar, Higgs Bozonu’nun keşfinin, insanoğlunun evrenin fiziksel yapısına dair bilgisindeki önemli bir boşluğu dolduracağına inanıyor. Science dergisi editörlerinden Robert Coontz, Higgs Bozonu’nun, tüm temel parçacıkları ve bu parçacıkların birbirleriyle iletişimini anlatan standart modeli tamamladığını söylüyor.

Atomaltı parçacığı hipotezi ilk kez fizikçi Peter Higgs tarafından 40 yıl önce ortaya atılmıştı. Uzmanlar Higgs Bozonu’nun partikül fiziğinde çığır açacak yeni gelişmelere ön ayak olmasını bekliyor.

CERN laboratuarında bilim adamları şimdi ‘Acaba başka parçalar da var mı?’ sorusunu soruyor. Editör Robert Coontz, yeni bir teorinin de ‘Süper Simetri’ teorisi olduğunu söylüyor. Buna göre standart modeldeki tüm parçacıkların henüz keşfedilmemiş başka parçacıkları olduğu sanılıyor.

 

Gelelim Science dergisinin listesinde yer alan yılın iki numaralı bilim ve teknoloji olayına…Hollanda’da bir grup araştırmacı kendi kendini yok eden, maddenin zıt ikizi olarak tanımlanabilecek ‘anti madde’ yani ‘karşıt madde’lerin varlığına dair yeni deliller elde etti. Ömrü çok kısa olan, yakalanması zor bu parçacıklar bilgi teknolojisinde uygulanabilir ya da ‘kuantum bilgisayarı’ olarak adlandırılan süper bilgisayarların geliştirilmesinde işe yarayabilir. Derginin editörlerinden Robert Coontz, bilgi iletme birimi olarak bit yerine qubit yani kuantum bit kullanan bilgisayarların geliştirilmesinin sözkonusu olduğunu, bu bilgisayarların başka hiçbir bilgisayara benzemeyen süper bilgisayarlar olacağını vurguluyor. Kuantum bilgisayarlar, günümüzün silikon çipli bilgisayarlarına göre bilgi depolama ve işlemede çok daha hızlı olacak.

Science dergisinin yıl sonu sıralamasında üçüncü sıradaysa Sibirya’da bir mağarada bulunan ve Denisovan adlı nesli tükenmiş eski insan türüne ait olduğu sanılan bir parmak kemiği var. Fosilleşmiş kemik, geçen yılki listede de yer almıştı. Geçen yılki gelişme, fosilleşmiş kemikten DNA çıkarılmasıydı. Bu yılsa araştırmacılar Denisovan genomunu tamamlamayı başardı. Bunu yapmak için yaşayan bir insandan elde edilebilecek genetik ayrıntı kadar fosilden de aynı miktarda genetik bilgi almayı sağlayan yeni bir teknik kullanıldı. Denisovan genomu sayesinde uzmanlar 3 yaşındaki bir kızın profilini çıkardı. Buna göre kahverengi saçlı, kahverengi gözlü ve tenli kız, 74 bin ila 80 bin yıl önce yaşadı. Asya ve Büyük Okyanus adalarında yaşayan bazı insanların genlerine bakıldığında da Denisovan genlerine rastlamak mümkün. Bu da bize atalarımızın Denisovanlarla ilişkisini açıklıyor.

Science dergisine göre yılın en önemli dördüncü bilimsel gelişmesi, bilgisayar ekranındaki bir imlecin zihni kullanarak hareket ettirilebileceğini gösteren araştırma ekibinin 2012’de daha büyük gelişmelere imza atmasıydı. Bu uzmanlar bu yıl hastalık ya da sakatlık sonucu felç olan kişilerin zihinlerini kullanarak elektro-mekanik bir kolu hareket ettirebileceğini gösterdi. Felçli kişilerin beyinlerine ameliyatla takılan kablolar üzerinden ilerleyen düşünce dürtüleriyle elektro-mekanik kollar hareket ettirilebiliyor. Editör Coontz, bu teknolojinin işlediğinin ispat edildiğini, bundan sonra daha ucuz, daha kullanışlı, daha pratik hale getirileceğini söylüyor.

Science dergisinin yılın bilim ve teknoloji olaylarını derlediği yılın son sayısındaki bir diğer teknolojik gelişme de NASA’nın Mars’a indirdiği otomobil büyüklüğündeki robot araç, Curiosity. Florida’daki Cape Canaveral’dan 26 Kasım 2011’de uzaya gönderilen Curiosity uzay aracı, Mars’taki Gale Krateri’ne 6 Ağustos 2012’de başarılı bir iniş gerçekleştirdi. Curiosity’nin görevi, Mars’ın iklim ve jeolojisini incelemek.


2013 yılında ve daha ileride tüm bu gelişmelerin hayatımızı nasıl etkileyeceğini, ne gibi değişiklikler getireceğini hep birlikte göreceğiz. Mutlu bir 2013 dileklerimle…

 

 

 

 

Uzaklarda….Çok Uzaklarda İki Gezgin

Ne NATO’nun Patriot kararı, ne Mısır’daki çatışmalar, ne de Avrupa ekonomisinin içinde bulunduğu cendere… Benim için geçmekte olan bu haftanın en önemli olayı bunların hiçbiri değildi. Bence haftanın olayı neydi, biliyor musunuz, California eyaletinin Pasadena kentinde, neredeyse 40 yıl önce California Politeknik Üniversitesi’nin NASA adına işlettiği Jet Propulsion Laboratuarı’nda üretilen, beş yıl çalışacak şekilde tasarlanan Vogayer 1 ve 2 uzay araçlarının uzaya fırlatılışından 35 yıl sonra yıldızlararası uzaya geçmeye hazırlanmasıydı. Bu, bir bilim kurgu romanının içinde yaşamak, ya da okuduklarınızın gerçek olması gibi birşey.

722 kilogram ağırlığındaki Vogayer 1 aracı, NASA tarafından 7 Eylül 1977′de, ikizi Voyager 2′yse 20 Ağustos 1977′de uzaya gönderilmişti. NASA’nın Voyager misyonunun amacı, Güneş Sistemi ve yıldızlararası uzayı keşfetmek. Her iki araç da aradan 35 yıl geçmesine rağmen hala birçok keşifte bulunmayı sürdürüyor. Voyagerlar şu anda yıldızlararası uzayın kenarında, şeffaf heliosfer balonu olarak tanımlanabilecek tabakanın köpüklü duvarlarını aşmaya çalışıyor. Aslında Voyagerlar hala Güneş’in etkisinde çünkü ilerledikleri manyetik yolda güneşten saçılan partiküllerle karşılaşıyorlar. Uzay bilimcileri, köpükten duvarın ne kadar kalın olduğuna dair hiçbir şey bilmiyor; bunu Voyagerlar kendileri keşfedecek, ancak önümüzdeki üç yıl içinde araçların duvarı aşarak yıldızlararası uzaya geçecekleri tahmin ediliyor.

Voyagerlar fırlatıldıktan 2 sene sonra, 1979′da Jupiter’e erişmiş ve bu gizemli gezegenin ve uyduları Europa ve Io’nun binlerce fotoğrafını dünyamıza göndermişti. Araçlar üç sene sonra da Satürn’e ulaşmıştı. Satürn’ün birkaç değil binlerce halkaya sahip olduğunu, Dünya’nın bebekliğine benzeyen Satürn’ün uydusu Titan’a ait ayrıntılı bilgileri de hep Voyagerlardan elde ettik. Bu noktadan sonra iki aracın istikametleri değişti, Voyager 1′ın gezegenlere dair misyonu bitti, ancak Voyager 2 1986′da Uranus’e, 1989′da da Neptün’e vardı ve bu iki uzak gezegeni keşfetti.

2013′e girmeye yaklaştığımız şu günlerde her iki Voyager da artık bize çok daha çok uzaklar. O kadar ki, Voyager 1′in gönderdiği sinyaller Dünya’ya 17 saatte ulaşıyor. Bu uzaklığı anlamak için Güneş ışınlarının bize sadece 8 dakikada eriştiğini hatırlamamız yeterli olur. Voyager 1, Dünya’ya şu anda 18 milyar,  Voyager 2 ise 15 milyar kilometre uzaklıkta. İki araç da enerjisini plütonyumdan alıyor. Bu enerji araçlara 2020 ila 2025 yılına dek yetecek.

Voyager misyonunun en önemli amaçlarından biri uzayda başka varlıklar olup olmadığını araştırmak, olası uzaylılara rastlandığı takdirde onlara kendimizi tanıtmak. Bunun için her iki aracın içine Altın Plak adı verilen altın kaplı bakır gramofon kayıtları yerleştirilmişti. Altın Plaklar uranyum 238 izotopuyla kaplanmış alüminyum kutuların içinde duruyor. Uranyum kullanılmasının nedeni, uranyumun yarılanma ömrünün plakların hangi zamana ait olduğunun anlaşılmasını sağlaması.

Plakta hangi bilgilerin içereceğine karar veren komitenin başkanlığını, Amerikan biliminin önde gelen isimlerinden Cornell Üniversitesi’nden Carl Sagan yapmıştı. Hemen belirtmekte yarar var, UFO deyince akla ilk gelen isimlerden biri olan ünlü bilimadamı Carl Sagan, 1996 yılında 62 yaşında kanserden hayatını kaybetti. Altın plakta neler olduğuna gelince… Komite, plağa insanoğlunun ve dünyamızın hikayesinin özetini sığdırmaya çalışmıştı adeta. Plaklar Zaire’de Pigmi kızların seslerinden Mozart’ın bestelerine, dalga, gök gürültüsü, rüzgar, hayvan seslerinden 55 dilde selamlaşmaya, zamanın Amerikan başkanı Jimmy Carter’ın mesajından kadın ve erkek figürlerine, ikili kod sisteminden hidrojen molekülü diyagramına kadar birçok bilgi içeriyor. Plağın içeriklerinin adı, ‘Murmurs of Earth,’ yani ‘Dünya’nın Mırıltıları.’ Bakalım bu mırıltıları duyacak birileri çıkacak mı… cevabı en çok merak edilen sorulardan biri işte bu olsa gerek.

 

Geleceğin Savaşları

İsrail’in Demir Kubbe füze savunma sisteminden atılan bir roket

Teknolojide en hızlı gelişme gösteren alanlardan biri de ‘otonom sistemler’ olarak tanımlanan, insan faktörünün ya tamamen ya da çok büyük bir kısmının ortadan kaldırıldığı akıllı makineler. Bu makinelerin en çok kullanıldığı alanlardan biri, savunma sanayii. Modern savaşlarda artık insansız uçaklar özellikle büyük rol oynuyor. Ordular savaşı daha ‘güvenli’ ve ‘verimli’ hale getiren, insan desteğine ihtiyaç duymayan bu makinelere güveniyor artık.

Yine Demir Kubbe’nin attığı bir roket

Ancak insan hakları örgütleri, insanoğlunun, insan faktörünün tamamen ortadan kaldırıldığı, tam bağımsız silahların hedeflerini kendilerinin belirlediği son derece karanlık bir geleceğe doğru ilerlediği uyarısında bulunuyor. Bu örgütler, bilim-kurgu filmlerini andıran, kendi zekasıyla hareket eden silahların güdümüne girmeyeceğimiz bir gelecek için küresel bir anlaşma imzalanmasını istiyor.

Askeriyede ve modern savaşta insanın yerini almaya başlayan sistemlere en iyi örneklerden biri, İsrail’in füze savunma sistemi olan Demir Kubbe. Demir Kubbe, otonom olarak, yani kendiliğinden, atılan bir füze tehdidini algılıyor, operatöre uyarı mesajı gönderiyor, operatör de savunma füzesinin atılmasını sağlıyor.

Demir Kubbe, Gazze’den atılan bir roketi etkisiz hale getirmiş, geriye dumandan izler kalmış

Kısa süre önce İsrail ve Gazze arasındaki çatışmalarda Demir Kubbe füze savunma sisteminin yüzde 80 ila 90 oranında başarı sağladığı bildirilmişti.

İstihbarat toplayan, hedefleri belirleyen, saldırı düzenleyen insansız uçaklar da savaş teknolojisinin en yeni ürünlerinden. Bu araçların Amerikan ordusunda oynadığı rol giderek büyüyor. Ancak İngilizce’de ‘drone’ olarak bilinen insansız uçaklar yalnızca operatörün kumandasında saldırı yapabiliyor. İnsan Hakları Gözlem örgütünün İngiltere direktörü David Mepham ise birkaç onyıl içinde yaşanacak teknolojik gelişmeler sayesinde insansız uçakların artık operatöre ihtiyacı kalmayacağı uyarısında bulunuyor.

İnsansız uçak Predator

Bu uyarıyı yapan İnsan Hakları Gözlem, Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi’yle birlikte yayınladığı raporda 30 yıl içinde orduların ‘otonom ölüm robotları’yla donatılacağı öngörüsünde bulunuyor.  Örgüt, böyle silahların çatışmalar sırasında sivillere verilen zararı arttıracağını iddia ediyor. Dünyanın böyle bir felakete sürüklenmesini engellemek içinse, örgüt, mayın ve misket bombalarını yasaklayan uluslararası anlaşmalara benzer bir anlaşma yapılması çağrısında bulunuyor.

İnsansız Uçak Predator

David Mepham, savaşlarda insanoğlunu barbarlıktan alıkoyan öğenin siviller ve askerler arasındaki fark olduğunu, robot silahların gelecekte elinde bir külah dondurma tutan bir çocukla silah tutan bir askeri ayırt edemeyebileceğini söylüyor. Ancak Amerikan Ordusu, hızla gelişen teknolojiye rağmen askeri saldırılarda insan faktörünü ortadan kaldırma gibi bir plan içine girmediğini bildiriyor.

Ancak otonom sistemlerin yararlı olduğu alanlar da var elbette ki. Örneğin Japonya’daki deprem ve tsunami faciasından sonra Fukuşima nükleer santralinde radyasyon seviyesi ölçümleri yapmak için iRobot firmasının ürettiği uzaktan kumandalı Packbot askeri robotları kullanılmıştı, santrale ilk bu robotlar girmişti.

 

 

HIV Teşhisinde Nanoteknoloji Devri

AIDS hastalığına yol açan HIV virüsünü test etmede kullanılacak yepyeni bir yöntem var artık. Bu yeni testin doğruluk oranı, mevcut metodlara kıyasla on kat daha yüksek. Testin bir başka özelliği de eski yöntemlerden çok daha ucuz olması. Bu özellikler nedeniyle bu yeni testin, özellikle gelişmekte olan ülkelerde HIV teşhis ve tedavisine büyük katkılar sağlayacağını umuyor uzmanlar.

HIV teşhisinde kullanılacak yeni yöntemde, altın nanopartikülleri, yani mikroskopik ölçülerdeki altın parçaları kullanılıyor. Bu parçacıklar, kişiden alınan kan örneğinde, bir HIV işareti olan p-24 proteini mevcut olup olmadığını belirliyor. Londra’daki Imperial College’den biyomedikal materyaller profesörü Molly Stevens, HIV testi yapılan kanda eğer bu altın nanopartikülleri bir araya toplanıp göze mavi renk görünürse, bunun, kişide HIV enfeksiyonu olduğunu göstereceğini söylüyor. Ancak eğer kişi HIV taşıyıcısı değilse o zaman altın nanopartikülleri birbirinden ayrılmış şekilde duruyor ve göze kırmızı renkte görülüyor.

 

Nanopartikül testi, geleneksel HIV testine göre çok daha hassas. Bu da doğruluk oranının yüksekliğini gösteriyor. Test o kadar hassas ki, Profesör Molly Stevens, kanında eser miktarda HIV virüsü olan ve geleneksel yöntemlerle HIV taşıyıp taşımadığı belirlenemeyen ya da test olduğunda sonucu eski yöntemlerle negatif çıkacak hastalarda da bu renk testinin başarıyla doğru teşhisi koyduğunu söylüyor.

Ağızdan alınan tükürük ve doku örneklerinin kullanıldığı OraQuick ADVANCE HIV testi. Bu test, eski yöntemlerden biri.

 

 

Uzmanların yeni hedefiyse bu yeni HIV testini kolayca taşınabilir ve kullanımı kolay hale getirmek. Özellikle tıbbi kaynaklardan mahrum olan,  toplumda HIV enfeksiyon oranı çok yüksek yoksul ülkelerde kullanışlı HIV testlerine büyük ihtiyaç var.

Sonucu mutlu yani negatif çıkan bir FIRST RESPONSE HIV testi. FIRST RESPONSE da yeteri kadar hassas olmayan eski yöntemlerden biri.

 

Radyokarbon Tarihleme Sisteminde Çığır Açan Keşif

Radyokarbon tarihleme sisteminde çığır açacak yeni bir ölçüt, Japonya’da bir gölün dibinde keşfedildi. Bundan böyle arkeolojik kalıntıların ve kemiklerin hangi dönemlere ait olduğu, hata payı çok daha düşük hesaplarla belirlenebilecek.

Radyokarbon tarihleme sistemi, yaşayan tüm canlıların karbon elementinden oluştuğu ilkesine dayanıyor. Bu sistem, kemik, tahta ya da fosilleşmiş bitki gibi organik materyallerin yaşını belirlemede en çok kullanılan metod. Her organik madde karbon 14 olarak adlandırılan, karbon elementinin radyoaktif  izotopunu ve sabit karbon 12′yi içerir. Bir organizmanın dokularının canlıyken içerdiği karbon 12 ve karbon 14 oranları, atmosferdeki karbon 12 ve karbon 14 oranlarıyla aynıdır. Organizma öldükten sonra organizmanın içindeki radyoaktif karbon 14, sabit, ölçülebilen bir oranda azalmaya başlar. Karbon 14 sabit bir oranda azalmaya başladığı için geri sayım yaparak bir organizmanın içerdiği karbon oranlarının atmosferdekilerle hangi tarihlerde aynı oranda olduğu belirlenebilir. Bu da organizmanın yaşını belirler.

Ancak bu sistemdeki sorun şudur: atmosferdeki karbon 12 ve karbon 14 oranları zaman içinde değişim gösterir. Bu da organizma canlıyken bu izotopların ne kadarını içerdiğini kesin olarak tespit etmeyi ya da canlının ne zaman öldüğünü belirlemeyi zorlaştırır.

İşte tam bu noktada artık Japonya’daki Suigetsu Gölü devreye girecek. Oxford Üniversitesi’nden radyokarbon tarihleme uzmanı Christopher Ramsey ve ekibi, havasız bir ortamda çok uzun zamandır korunan organik maddeler içeren, radyokarbon seviyelerinin okyanus suyu ya da yeraltı sularıyla temas etmemiş olduğu bir yer arıyordu. Uzmanlar, aradıklarını Japonya’daki Suigetsu Gölü’nde , gölün dibindeki çökeltilerde buldu. Christopher Ramsey, fosilleşmiş ağaç yapraklarından ve alglerden yani yosunlardan oluşan katmanların gölün dibinde son 53 bin yıldır biriktiğini söylüyor. Her yıl bir katmanın biriktiği Suigetsu Gölü’nün tabanındaki katmanları sayarak ve radyokarbon ölçümünden elde edilen verileri birleştirerer organizmaların öldüğü zamanı ya da yaşını belirlemede çok daha hassas ayar yapılabileceğini tahmin ediyor uzman.

Atmosferdeki karbon miktarlarını belirlemedeki tek fiziksel kanıt şimdiye kadar ağaçların kesitindeki halkalardan elde ediliyordu. Ancak halkalar, Japonya’daki gölün tabanındaki katmanlar kadar geriye gitmiyor. Ağaçlardan elde edilen veriler 12-13 bin yıl geriye giderken Suigetsu Gölü, 53 bin yıl geriye gidiyor.

Suigetsu Gölü’nün tabanındaki fosilleşmiş yapraklarda bulunan radyokarbon, aynen ağaç halkalarında olduğu gibi atmosferden geliyor. Ancak göldeki fosiller, okyanus tabanı ya da mağaralardaki kimyasal tepkimelerden ve sarkıt-dikit gibi mineral oluşumlardan etkilenmiyor.  Oysa okyanus tabanı ve mağaralardaki katmanlar bu tepkime ve oluşumlardan etkilendiği için içerdikleri radyokarbon oranıyla atmosferdeki oranlar arasında uyuşmazlık ve tutarsızlık tespit ediliyor. Bu da göldeki katmanlardan alınan verilerin çok daha kesin ve doğru olduğu anlamına geliyor.

Peki Profesör Ramsey ve ekibinin elde ettiği bulgular en çok kimlerin işine yarayacak? Organizmaların yaşını belirlemede daha hassas bir sisteme kavuşmak elbette ki öncelikle arkeologların işine yarayacak. Ancak jeoloji, oşinografi yani okyanus bilimi, hidroloji yani su bilimi, atmosfer bilimleri ve paleoklimatoloji yani geçmiş zamanların iklimini inceleyen bilim dalı, yeni keşiften büyük fayda sağlayacak. Tarih içindeki büyük iklim değişikliklerinin zamanlamasına dair bilgiler, özellikle iklim değişikliğinin etkilerinin son derece şiddetli hissedilmeye başlandığı günümüz için de önemli ipuçları içerebilir. Yeni tarihleme sistemi ayrıca tükenen hayvan soylarını kronolojik sıraya daha hassas şekilde oturtma, buzullardaki oynama ve kaymaları izleme, hatta ve hatta tarih öncesinde yaşayan, günümüz kültüründe ‘mağara adamı’ olarak tanınan Neandertal insanlarının soyunun tükenmesinde etkili olan faktörleri belirlemede son derece büyük rol oynayabilir.

 

Uzayın Kenarında Bir Süper Kahraman

 

Pazar günü Avusturyalı pilot, eski asker, sporcu ve maceraperest Felix Baumgartner’ın atmosferin ikinci katmanı olan Stratosfer’den dünyaya rekorlarla dolu atlayışını milyonlarca kişi gibi ben de nefesimi tutarak izledim. ‘Ya bir terslik olursa?’ sorusu birçok kişi gibi benim de aklımdaydı. Ancak hepimizin bildiği gibi hiçbir terslik olmadı, Baumgartner beş yıldır titizlikle hazırlandığı atlayışını başarıyla gerçekleştirdi, serbest düşüşte ses hızından yüksek hıza ulaşmayı başardı ve ‘en yüksekten atlama,’ ‘balonla en yüksek irtifaya ulaşma,’ ve ‘serbest düşüşte ses bariyerini aşan ilk insan olma’ rekorlarını rahatlıkla kırdı.

 

Baumgartner’ın ulaştığı en yüksek hız, saatte 1342 kilometre oldu (ses hızı, deniz seviyesinde ve 21 Santigrad derecede saatte 1170 kilometredir.) Eski rekorlar, Red Bull Stratos projesinde Felix Baumgartner’a akıl hocalığı yapan 84 yaşındaki eski savaş pilot Joe Kittinger’a aitti. Kittinger, bu rekorları, 52 yıl önce, günümüz teknolojisiyle kıyaslanamayacak kadar daha geri teknolojilerle kırmayı başarmıştı. Ve işin ilginç yanı, Red Bull’un döktüğü onca paraya, yıllardır mükemmel uyumla çalışan ve dallarında en büyük başarılara imza atmış uzmanlardan oluşan bir ekiple çalışmasına rağmen Baumgartner’ın kıramadığı bir rekor var. O da en uzun süreli serbest düşüş. Bu rekor, hala 52 yıl öncesine, Joe Kettinger’a ait. Felix Baumgartner, paraşütünü açmadan önce 4 dakika 20 saniye serbest düştü. Joe Kettinger ise 52 yıl önce 4 dakika 36 saniye serbest düşmüştü. Aradaki fark, sadece 16 saniye. Peki Felix Baumgartner, rahatlıkla kırabileceği bu rekoru neden kıramadı? Birkaç teori var: birincisi, Baumgartner’ın beklenenden daha hızlı düştüğü için paraşütünü beklenenden daha erken açması. Bir diğer durum da şu: Herşey son derece pürüzsüz gitmiş olsa ve ciddi bir terslik çıkmasa bile Baumgartner, yerdeki ekibine, başlığındaki ısıtıcıda sorun olduğunu ve vizörünün yani başlığının önündeki güneş siperinin buğulandığını söyledi. Bunun, Baumgartner’ın düşüş sırasındaki görüşü engellendiği için düşüş süresini iyi hesaplayamamasına neden olduğu düşünülüyor.

 

Baumgartner, Kettinger ve Red Bull Stratos projesi hakkında ilginç birkaç ayrıntı vereyim. Dünyanın en yüksek binalarından atlayan, hatta Hırvatistan’da bir mağaranın içine atlayış gerçekleştiren ‘Fearless Felix’ yani ‘Korkusuz Felix’ lakaplı Felix Baumgartner, klostrofobikmiş! Bana ilk duyduğumda inanması çok güç geldi ama sonra düşündüm ki kendini boşluğa bırakmaya alışık bir adamın en büyük korkusu kapalı kalmaktan başka ne olabilir ki! Baumgartner, tarihi atlayışından sadece birkaç gün önce basınçlı uzay giysisinin ve başlığının aslında ne kadar klostrofobik olduğunu söyledi. Baumgartner, ‘başlığın önünü kapadığınız zaman tek başınızasınız. Duyduğunuz tek şey kendi nefesiniz. Birden aklınıza kötü şeyler gelmeye başlıyor, çok kısa süre içinde bu düşünceler kontrolden çıkıyor’ diyor.  Amerikan Hava Kuvvetlerinin ‘Excelsior’ projesi kapsamında rekorlarını kıran 84 yaşındaki eski savaş pilotu Joe Kettinger ise rekorları kırdıktan 12 yıl sonra, yani 1972′de, kullandığı savaş uçağı Vietnam’da vurulup düşürülmüş. Savaş esiri olan Kettinger 11 ay boyunca Vietnam’da bir hapishanede işkence görmüş. Yandaki hücrede kim kalıyormuş dersiniz? Senatör ve eski başkan adaylarından John McCain!

 

Felix Baumgartner’ın ekibinde yer alanlardan biri de tıp doktoru Jonathan Clark. Clark, 1 Şubat 2003′te Columbia uzay dolmuşu faciasında kendisi gibi doktor olan eşi astronot Laurel Clark’ı kaybetti. Jonathan Clark, yaşadığı bu acıdan sonra kendisini astronotların güvenliğini sağlayacak teknolojiler geliştirmeye adadı.

 

Bu arada Joe Kettinger’ın Amerikan Hava Kuvvetleri mensubu olarak atlayışını gerçekleştirdiğini, Felix Baumgartner’ın sponsorunun ise kendisi gibi Avusturyalı enerji içeceği firması Red Bull olduğunu belirtmek önemli. Red Bull, Stratos projesiyle ‘sponsor olacaksan işte böyle ol!’ dedirtti gerçekten.

 

Peki Felix bundan sonra ne yapacak? Serbest düşüşte ses bariyerini aşan ilk insan, yakın gelecekte başka rekor denemelerine girişecek gibi gözükmüyor. Üzerinden büyük bir yük kalktığını söyleyen Baumgartner,  bundan sonra kız arkadaşıyla sakin bir hayat sürmek istiyor..

Kendi Kendini Yok Eden Teknoloji

Bu blogda sık sık tıp dünyasındaki gelişmelere de yer vereceğim çünkü günümüzde tıp teknolojisi o kadar baş döndürücü bir hızla ilerliyor ki, değil 10-15 sene, birkaç sene öncesine kadar imkansız olacağını düşündüğümüz tedavi yöntemleri standart hale gelmeye başlıyor.

rogers.matse.illinois.edu

Yukarıda verdiğim linke bir göz atmanızı tavsiye ediyorum. Ben Illinois Üniversitesi’nden mühendislik profesörü John Rogers’ın bu web sitesinde gezinirken kendimi adeta bir bilim kurgu filmindeymiş gibi hissettim. Peki John Rogers kim? John Rogers, İngilizcesi ‘transient elektronics’ olan, Türkçe’ye ise ‘kendi kendini yok eden elektronik aygıt’ olarak çevirebileceğimiz teknolojinin öncülerinden. Rogers’ın geliştirdiği ve ameliyat sonrasında oluşabilecek enfeksiyonları önleyen, kemik gelişimini hızlandıran ya da başka bazı  tedavilerde kullanılan çok küçük boyuttaki tıbbi cihazlar, daha doğrusu çipler, işleri bittikten sonra insan bedeninde kendi kendine yok oluyor. Yani çipleri yeni bir ameliyatla almak gerekmiyor çünkü çipler adeta derinizin üzerine yaptırdığınız dövmeye benziyor. Bu kendi kendine eriyen tıbbi cihazlar son derece ince silikon çiplerden oluşuyor. Çiplerdeki çubuklar yani elektrodlarsa magnezyumdan yapılıyor. Nanoteknolojinin son harikası olan bu çipler suyla ya da insan bedeninin kendi sıvılarıyla tepkimeye girip yok olmaya başlıyor. Elektrodlarda magnezyum kullanmanın amacı da zaten bu, çünkü magnezyum, kolayca tepkimeye giren ve ortaya çıkan bileşikleri suda çözülen bir element. John Rogers, insan bedeninde çiplerle eriyen bu magnezyumun miktarının kişinin günlük beslenmesi sırasında tükettiği magnezyum miktarından az olduğunu ve hiçbir zararı olmadığını belirtiyor.

Çipler, ipekböceği kozalarından alınan ipeğin içine yerleştiriliyor ve kablosuz teknolojiyle kumanda edilebiliyor. Çiplerin ipekten oluşan yapısı ve ne kadar süre insan bedeninde kalacağı, tedavinin amacına göre birkaç dakikadan birkaç haftaya kadar değiştirilebiliyor. Ameliyat sırasında neşterle kesilen bölgeye yerleştirilen çiplerin amacı, termal terapi yani ısı terapisi sağlamak. Böylelikle ameliyat bölgesinde enfeksiyona yol açabilecek bakteri oluşumu ve üremesi engelleniyor.

Biyolojik olarak çözülebilen teknolojinin geleceği çok parlak görünüyor. Uzmanlar şimdilik daha çok tıp alanında bu teknolojiyi kullansa da elektronik kirliliğin giderek arttığını düşünürsek atık haline gelmeyen ve böylelikle çevreyi kirletmeyen tüketici elektroniği sektörünün önü açık gibi görünüyor.

Profesör Rogers’ın bu çalışmasına dair ayrıntılı bilgiye erişmek için aşağıdaki linki kullanarak Science dergisinde yer alan makaleye göz atabilirsiniz.

electronic-skin-grafts-gadgets-t.html

  • Page 1 of 2
  • 1
  • 2
  • >

MODERN TEKNOLOJİ HAKKINDA

Burası Amerika, teknolojinin beşiği. İnovasyon, bilim, teknoloji adeta Amerika'yla eşanlamlı. Tıp, çevre, bilişim, uzay, dijital dünya ve daha birçok dalda en çok teknolojik gelişmenin olduğu yer, işte burası. Bu yeni blogda sizlerle Amerika'daki son teknolojik gelişmeleri paylaşacak, bu gelişmelerin hayatımızı nasıl etkileyeceğini anlamaya ve anlatmaya çalışacağım.

YAZAR HAKKINDA

2003‘ten beri Amerika’nın Sesi Türkçe Yayın Bölümü’nde görev yapan Devrim Moral, Bilkent Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olduktan sonra Ohio eyaletindeki Bowling Green State Üniversitesi’nden Amerikan Edebiyatı ve Kültürel Çalışmalar dallarında lisanüstü derecelerini aldı. Evli ve bir kız çocuk annesi olan Moral, 2000 yılından beri Washington DC’de yaşıyor.